27 Mart 2013 Çarşamba

Hafta - Hafta Sonu

Aslında yazacak çok şey birikti ancak bir süre yazmak istemedim. Geçtiğimiz cuma yakın arkadaşım Azize'nin kız kardeşi hayata gözlerini yumdu. Böyle durumlarda ne yapacağımı ne söyleyeceğimi hiç bilemem. Benim için o kadar zor anlar ki. Vefat edenin ailesine destek olmak, onları daha da üzmemek için duygulansam da ağlamam, kendimi tutarım. Ama daha sonra kendimi öyle kasmanın acısı benden çok fena çıkar. İki gün kendime gelemem. Rahmetli dayımın cenazesinde de öyle olmuştum. Azize'ye ve ailesine sabır diliyorum. Allah mekanını cennet eylesin. 
Böyle üzücü bir haberle söze başlamak istemezdim ama bahsetmeden de geçemezdim. Geçen hafta neler mi oldu: Beylikdüzü şehrine Yusuf bebeği görmeye gitti. Sevgili Mine-Safa çiftinin biricik yavruları. Allahım o ne güzellikti öyle. Adıyla yaşasın, ismi gibi yakışıklı maaşallah :)) Gelene kadar ben baktım Yusufçuğa :)) Nasıl güzel bir şey. Tabi yorucu çünkü beyfendinin uyku diye bir şeyden hiç mi hiç haberi yok. Annesi babası ne yapıyor hiç bilmiyorum. Allah yardım etsin, sağlıcakla büyüsün :) 
Daha sonraki günlerde Nurgülcüğümle Kelebeğin Rüyası'na gittik. Duygularla dolu geri döndük. Daha önce APlus'ta gitmemiştim sinemaya. Salonları gerçekten çok güzeldi. Filme dönersek çekimleri gayet güzeldi. Yılmaz Erdoğan şairliğini ve şiir merakını konuşturmuş filmde. Beğendim. Etkilendim. Tabi sevgili Kıvançcığımı ve Mertçiğimi de es geçemeyeceğim. Kıvanç Tatlıtuğ o alıştığımız çekici halinden çok uzaktı ama oyunculuğu gerçekten güzeldi. Kambur duruşu, tırnak yemesi, çekingen halleri vs. Filmi izleyene kadar Zonguldak'taki mükellefiyet yasasıyla ilgili hiçbir bilgim yoktu. Bu filmden öğrendim. Bir de veremin aşısını ve tedavisini bulan doktorlara bir kere daha teşekkür ettim canı gönülden. Filmi izlerken kelebeklere üzüldüm, rüyalarını gördüm ve onlarla rüyadan uyandım. Hüzünlendim. Herkese tavsiye ederim. Gidin, izleyin. 
Bu hafta sonu Sezer annem ve Şevket babam Burak'ı ziyarete gidiyorlar. Burak için seviniyorum. Ne güzel annesini babasını görecek. Yine mamalar yapacağız onun için. Gün itibariyle şafak 48 :)) Ama 54'ten sonra sanki hiç geçmedi gibi geçen hafta. Bakalım bundan sonra nasıl ilerleyecek. Burnumda tütüyor derler ya bu artık burunu filan geçti :))
Okulda sınavlar yavaş yavaş başladı. Soru hazırlamalar, sınav yapmalar, kağıt okumalar :) Düşünüyorum da her ne kadar yorulsam da ben çok seviyorum öğretmenliği :))  

18 Mart 2013 Pazartesi

Oscar Dosyası 3: The Oscar Goes To Lincoln

Öncelikle şunu belirteyim filme geçtiğimiz pazartesi başlamıştım ama sonunu getirememiştim. Ve her ne kadar zorlansam da sonunda bitirdim. Abraham Lincoln ABD için çok önemli bir yere sahip. Hem iyi bir lider olmuş, hem iç savaşı bitirmiş hem de ABD'nin ayıbı olan zenci köleliğini kaldırmış. Film boyunca bu konu işlenmiş. Tabi bir de aile hayatı var, eşi ve çocuklarıyla olan iletişimi, sabrı, başkan ve eş olmanın zorluğu vs. Film güzel olabilir, emin değilim. Çünkü ben belirttiğim gibi çok çok sıkıldım. Belki bizim için, ülkemiz için çok önem arz etmediğindendir. Bilemiyorum. Lincoln'ü Daniel Day Lewis oynamış. Merak ettim acaba Lincoln de hafif kambur muydu yoksa aktör mü oynamış diye. Gerçekten öyle imiş Lincoln. Hafif boynunu büken sakin bir devlet başkanı. Zaten oscarı da en iyi erkek oyuncu olarak almış Daniel Day Lewis. 
Film için diyeceğim başka bir şey yok. En önemli nokta sıkılmış ve sıkılmış olmam. Allah'tan başka ödül almamış film. Yoksa kendimden şüphe edecektim. Bu yazıyı bile o kadar isteksiz yazıyorum ki anlatamam. Hiç zevk almadım ya :( 
Neyse sıradaki filmim Life Of Pi. Bakalım o nasıl gelecek? 
Not: Şafak 58 :)))))

11 Mart 2013 Pazartesi

Oscar Dosyası 2: The Oscar Goes To Les Miserables

Bugün de Les Miserables yani Sefiller'i izledim. Victor Hugo'nun yazdığı herkesin mutlaka bir defa okuduğu Sefiller. Konu özüne sadık kalmış. İlk önce bunu söyleyeyim. Yani uyarlama değil kitabın aynısı. Film müzikal olarak çekilmiş. Peki Sefiller müzikali kaldırmış mı; eh işte, neredeyse. Kadro müthiş tabi ki. Russel Crowe, Hugh Jackman, Anne Hathaway, Helena Bonham Carter ve diğerleri. Özellikle çocuk oyunculardan da etkilendim. Direnişçi çocuğu (Gavroche) Daniel Huttlestone oynamış. Çok da güzel rol yapmış. Bundan sonra Huttlestone'u takip ederim. Dediğim gibi kadro gerçekten çok iyi. Anne Hathaway film tanıtımlarında çokça yer alınca daha fazla rolü olur diye düşünmüştüm ama Cosette'in annesi rolündeymiş. Onun için sahnesi çok azdı. Ve o kadarcık sahneyle en iyi yardımcı kadın ödülünü aldı. Saçlarını ve dişini sattığı sahne sanırım bu ödül için yeterli olmuştur. 
Filmin müziklerinden birkaç yerde çok etkilendim. Birincisi ayaklanma sahnelerindeki şarkı, ikincisi kölelerin çalışırken söylediği şarkı, üçüncüsü ölüm sahneleri (özellikle direnişçi çocuğun ölümü), dördüncüsü ise küçük Cosette'in şarkıları. Sanatçıların kendi seslerini kullanması ayrı bir güzellik olmuş. 
Ne kadar söz söylersek söyleyelim Les Miserables zaten klasik, güzel bir klasik. Ben müzikalleri sevdiğim için çok sıkılmadım ama dram için yine de müzikal tercih edilmemeli. Filmin eğlenceli hiçbir yeri yok. Onun için sadece can alıcı sahnelerde müzikal havası olsaymış daha güzel olurmuş. En azından daha geniş kitleye hitap ederdi. Belki de alışkanlıklarımızdandır bu istek. Çünkü müzikal deyince aklımıza önce eğlence ve aşk hikayesi gelir. İçinde belki çok azıcık bir dram. Öte yandan tabuları yıkmak için bir adım olabilir. Bir de siz izleyin kendi yorumunuzu yapın derim. İyi seyirler... 

10 Mart 2013 Pazar

Oscar Dosyası 1: The Oscar Goes To Argo, Niçin?

Artık Eourovision, Oscar gibi uluslararası yarışmaların sadece politikaya dayandığına emin oldum. Konuyu izah edeyim: Argo filminde Ben Affleck'i görünce izlemekten vazgeçmiştim. Ta ki meşhur "The Oscar goes to Argo." cümlesini duyana kadar. Çünkü inanıyordum gerçekten kaliteli filmler burada ödül alır/almalı/alıyor. Filmi indirdim ancak bugün izleme imkanı buldum. Umudum çok yüksek. Film kesinlikle beni memnun edecek, eminim. Sahneler başladı. Hararetli ortam, İran halkı ABD'ye karşı ayaklanmış filan. Güzel. Gerçek bir hikayeden uyarlanmış, etkileyici. 15 dakika, 20 dakika, 1saat... Zaman geçmiyor. Film ilerlemiyor. Konular o kadar basit, o kadar yüzeysel. Rehinelerin neler yaşadığına dair sadece 2 dakikalık bir sahne. Esas kahramanların ne istediği, ne yaptığı tam anlaşılır değil. Film boyunca sanki sürekli bir şeyler eksik kalmış. Ve tabi Ben Affleck yine hayal kırıklığı. Oscarlar için "İdeolojik oyunlar bunlar" diyen kesim haklıymış. Film boyunca ABD iyi niyetli, çok başarılı, İranlılar'dan daha zeki, daha hızlı ve tabi ki başkalarının düşünüp yapamadığı şeyleri başarıyor! Yaşasın Amerika diyor ve film bitiyor. Ayrıca sevgili George Clooney'e de buradan teessüflerimi iletmek isterim. Senden böyle bir film hiç beklemezdim. Yada şöyle diyeyim: Sen sadece oyna, film yapma! 
Film sonunda olayın gerçek kahramanlarının fotoğrafları yayınlanmış. Hakkını verelim gerçekten karakterler tıpatıp benzetilmiş. Argo'ya en iyi film, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi kurgu ödülleri verilmiş. Ben olsaydım bu Oscar jürisinde; üç ödülden en fazla en iyi uyarlama senaryoyu verir (o da çok zorlarsam) diğer ikisi içinse el sallatırdım Ben'e. 
Nedir bu arkadaş bu hafta bahtım kötü filmlerden yana; önce Snow White şimdi de Argo. Bir daha ki şansımı Les Miserables'dan yana kullanmak istiyorum. Bakalım ne olacak? Oscar Dosyası 2'de görüşmek üzere. Esen kalın...

7 Mart 2013 Perşembe

KKTC

Bu hafta sonu Burak'ın yanına Kıbrıs'a gittim. Heyecandan gitmeden önceki iki gün uyuyamamıştım. Kendimi uçağa attım, yastık istedim, başımı dayadım, uçağımız kalkışa geçiyor ardından da uçağımız iniş için hazırdır anonslarını duydum. Meğerse bu iki anonsun arasındaki 80 dakika boyunca aralıksız uyumuşum :)) Neyse indim. Daha önce Nurgül sayesinde ayarladığım taksici beni karşıladı ve kışlaya götürdü. Burak'ı karşımda görünce ne yapacağımı şaşırdım. Sarıldım ama hala şaşkınım. Neyse yanında komutanı da vardı. Aldılar beni bölüğe götürdüler. Biraz bekledik. Normalde akşam 5'te çıkmaları gerekiyormuş. Ben gittim saat 12:00. Allah'tan komutanlar izin verdi, ayrıldık birlikten. Otelimize yerleştik. Akşam gezmek için dışarıya çıktık saat 20:00 idi ancak in cin top oynuyordu yollarda. Her yer kapalı. Kimsecikler yok. Dedik bizim bilmediğimiz bir şey mi var! Meğer orada hayat böyleymiş. O saatten sonra açık tek yer casinolar. Ertesi gün öğle vakti denedik şansımızı tekrar. Her yer ana baba günüydü bu defa. Orada da Selimiye Camisi vardı. Kiliseden camiye çevirmişler. Büyük Han dedikleri bir han vardı. Turistler için restore edip sanat atölyeleri ve restoran olarak hizmete açmışlar. Lefkoşa'da gezip görebileceğimiz yegane yerler burası idi. Bir avuç çarşısı, bir avuç marketi ile küçücük bir yer. Evler müstakil fakat bakımsız ve eski binalar. Bahçeler de aynı şekilde. Belediyecilik anlayışı zaten yok. Kıbrıs'ta yaşamak istemem şahsen. Hatta tatil için bile gitmem. Belki Burak için son bir kez gidersem bilemiyorum :) Gelelim Burak'a. Askerlik hali ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi işte. Memleket hasreti, uyku hasreti, yemek hasreti, mesleğini yapma hasreti, ayağını uzatma hasreti, hasreti de hasreti... O kadar garip bir hal ki diyor Burak, insan hiç aklına gelmeyecek şeyleri özlüyormuş. Mesela bir arkadaşı için benden pişmaniye istedi, çekirdek istedi, onları götürdüm. İyice duygusallaşmış benim sevgili eşim. Onu bu şekilde görünce üzüldüm gerçekten. Ama geçecek biliyorum. O da biliyor. Zaten kendi haline değil de uzun dönemlerin haline üzülüyor. Bu arada gün itibariyle 69 günümüz kaldı :) Az kaldı diye seviniyoruz ikimiz de :))) 
Dün zümre arkadaşım Fikriye'nin bebeği dünyaya gözlerini açtı. Adı Zeynep. Hastanede ziyaret ettik. Maaşallah bembeyaz ufacık bir şeydi. Allah analı babalı büyütsün. Darısını isteyenlere göstersin.